Bu güzel Cumartesi sabahı Brera'ya ayrıldı! Şehrin adeta kültür sanat merkezi olan bu bölge cafeler, sanat galerileri, sokak sanatçıları ile dolu veee otelimize çok yakın! Yürüyerek sakin sokaklardan Via Brera'ya geliyoruz. Ve öncelikle henüz yorgun değilken Pinacoteca Di Brera müzesini gezelim diyoruz. Rönesans sanatının önemli eserlerinin bulunduğu müze bence Milano etkinliklerinde bir olmazsa olmaz... Kişibaşı €11.00 giriş ücretini ödeyerek müzeye giriyoruz. Bina ve avlusu çok güzel... Akıl defterime hangi salonlar mutlaka gezilmeli, hangi eserler önemli diye daha önceden not aldığımdan bazı salonları daha hızlı geçerek özellikle 6, 24, 29, 31, 33, 36 ve 37 no.lu salonları ayrıntılı geziyoruz.
Rafael'in Marriage of a Virgin; Caravaggio'nun Supper at Emmaus; Rubens'in Cenacolo; Rambrant'ın Ritratto gi Giovinetle ve Hayez'in The Kiss eserlerini hayranlıkla izliyoruz. Özellikle Hayez'in Kiss tablosu muhteşem bir ışık ve büyüye sahip; bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Zaten en çok da ağırlıklı Hayez eserlerinin bulunduğu bu salonu (37) sevdik ki bu salondaki eserler ve yeni keşiflerimizi ayrı bir post'la paylaşmak isterim... 6. salonda görmemiz gereken Mantegna'nın önemli eseri Cristo Morto'nun yerinde yeller esiyor! Eser başka bir müzeye süreli sergi kapsamında gitmiş; olabilir, zaman zaman karşılaşılan bir durum bu müzelerde... Müzenin dükkanını da ziyaret edip hemen sokağın köşesindeki Bar Brera'ya gidiyoruz. Burada oturup kahvelerimizi yudumlamak, hayatın gözlerimizin önünden akışını izlemek, sıcacık günışığı, köşedeki sokak ressamı, havada uçuşan İtalyanca kelimeler...ömrümün sonuna kadar burada oturup bunu tekrarlayabilirim ve hiç sıkılmam! Burası bizim için Milano'nun kalbi oluverdi... Uzunca bir süre burada keyif yaptıktan sonra sokaklara girip çıkıyor, sanat galerilerinin virtinlerine bakıyor ve Via Manzoni'ye çıkıyoruz. İş ve ilgi alanları gereği mağazalar bizim için önemli; bu çevrede sonraya bıraktığımız birkaç mağazayı daha geziyor öğlen yemeğini Navigli'de yemeğe karar veriyoruz. Metroya binip Porta Genova'da iniyoruz. Buraya metro ile gelmek biraz zor; aktarma ve indikten sonra biraz yürüyüş gerekiyor. En iyisi tramvay ama onda da yanlış yöne binip aç karnına şehir turu atma riski var :-)
Gündüz kanal boyu sakin ve çok daha güzel. Yemek için tam köşedeki Osteria Del Pallone'yi tercih ediyoruz. Bruschetta, risotto, makarna ve içeceklerimiz eşliğinde lezzeti orta şekerli ama ortamı keyifli bir yemek yiyoruz. Tekrar metroya yürüyüp bir de pazar yeri görelim diyerek bir durak ötedeki Viale Papiniano pazarına giriyoruz. Pazarı hiç beğenmedik. Çok sıradan bir semt pazarı, kalitesiz ürün çok; çok güzel şallar satan tezgahlar var ama fiyatları pazar için oldukça yüksek. Elimi attığım birkaç bildik markaya ait üründe 'made in Turkey' yazısını görmekse komik! Asıl güzel pazarların Pazar günü ve ayda bir kez Navigli'de kurulduğunu(bit pazarı) bildiğimizden bu macerayı burada kapatıyor ve hızla San Babila meydanına ulaşıyoruz. Milano festivalinin bu yılki başlığı Focus on Turks! Birçok sanatçımızın filmleri gösteriliyor, konserler düzenleniyor şu anda Milano'da..En enteresan olanı da Mehter takımımız az sonra bu meydandan Duomo'ya doğru yürümeye başlayacak!
Burada bu sürprizle karşılaşmak, halkın ve turistlerin ve de diğer Türklerin(!) ilgisine tanık olmak çok keyifliydi. Bu unutulmaz anıyı da hafızamıza kaydettikten sonra Duomo'nun karşısından Via Torino'ya giriyor biraz da müzik alışverişi diyerek Fnac'a giriyoruz. Ama Nika'dan sonra burada sıradan şeylerle karşılaştığımız için çabuk çıkıyor, caddeden aşağı devam ederek Aperitivo için güzel bir mekan bakmaya başlıyoruz. Tam S.Lorenzo kolonlarının yanında Explot'ta karar kılıyoruz. Ama bu yanlış bir karar. Aklınızda bulunsun bu çevrede aperitivo için en iyi adres hemen kolonların arka sokağındaki Yguana Cafe (Via Papa Gregoria, 16). Çok zengin bir atıştırmalık menüsü var ve gelen insanlar da gayet iyi. Biz nedense oraya girmekten son anda cayıp bu kötü yeri buluyoruz ve hiç memnun ayrılmıyoruz...
Tramvayla otele dönüp üzerimizi değiştiriyor ve şehrin en havalı mekanlarından Le Banque'e gitmeye karar veriyoruz. Ancak Milano'da yaz tatili yeni bittiği için mekan henüz kış sezonu için açılmamış. Üzülerek Corso Como'ya gitmeye ve burada birşeyler içip Hollywood'a gitmeye karar veriyoruz. Hollywood'da şehrin gece hayatında çok popüler bir kulüp...Fakat geceyarısı açılacağından beklerken Pitbull Cafe'de birşeyler içtikten sonra içimizde müthiş bir tekrar Brera'ya dönme arzusu oluşuyor ve kendimizi Brera'da buluveriyoruz. Piccolo tiyatrosunun önü kalabalık; festival kapsamında meydanda bir film gösterisi ve konser az önce bitmiş...Sokaklar canlı, insanlar mekanlarda yiyor, içiyor, eğleniyor, Brera'nın bu samimi ve canlı havası çok hoşumuza gidiyor. Aç değiliz ama dilim pizza ve panzerotti satan küçük dükkanı görünce şımarıklık olsun diye birer panzerotti yiyoruz. Bunlar Luini'dekilerden lezzet olarak farklı ama gayet güzel... Ardından ayaklarımız bizi yine Bar Brera'ya götürüyor. Hiç boş masa olmadığından içeceklerimizi elimize alıp kapı önünde içiyoruz diğer insanlar gibi.. Brera daha çok turistlerin değil de bu şehirde yaşayanların tercih ettiği bir bölge. Sanatçı kesimin rağbet ettiği bölgede giyim kuşam diğer yerlere göre biraz daha rahat; ipekler, pahalı saatler, lüks markalar gözünüze girmiyor. Ama ben bir cumartesi gecesinde üzerimde en şık ipek bluzum, elimde bir fincan kahve, onu da bir cafenin kapısı önünde ayaküstü içiyorum; bu halimi hiç unutmayacağım... Geceyi burada tamamladığımıza memnunuz, Brera'yı seviyoruz...