Ayrıca etrafta işine gitmeye çalışan insanların, motorsiklet bisiklet ve arabaların yarattığı canlılık bize de enerji veriyor. Dopdolu bir güne şimdi daha da hazırız...
Kalabalıklaşmaya başlamadan Duomo'nun çatısına çıkmaya karar veriyor, hemen gidip biletlerimizi alıyoruz. Katedralin içi tabii ki ibadet yeri olduğu için ücretsiz ama çatısına çıkmak için bir ücret ödeniyor. Merdivenlerden çıkmak için €5, asönsörü tercih ederseniz €8 ödemeniz gerekiyor. Enerjimizi boşa harcamamak için asansörü tercih ediyor ve çıkıveriyoruz. Tabi asansör de belli bir noktaya çıkıyor ve kalanını ağır ağır, fotoğraf çeke çeke, etrafa baka baka farkına bile varmadan tırmanıyorsunuz. İnsan bu yapının nasıl ve ne şartlarda yapıldığını düşünmeden edemiyor, harcanan emeğe saygı duyuyor...Yeterli bir süre yukarıda kalıp her bir kıvrımı, heykelciği hafızamıza kazıyor, gözümüzün önünde dümdüz uzanan Milano'ya bakıyor hatta hava açık olduğu için gerçekten de söylendiği gibi ufukta Alpler'i görüyoruz...İnerken merdivenleri tercih edip acaba orada birşey kaçırdık mı diye bakıyoruz; iyi ki asansörü tercih etmişiz!..
Katedralin içi de oldukça görkemli. Vitrayları detaylı bir şekilde inceliyoruz. Bu vitraylar hayran olduğumuz sanatçı Arcimboldo'nun ilk işi sayılabilir. Bu katedralin yapımında çalışan babası ile birlikte bu şaheser vitrayları yapmışlar. Şimdiye kadar gördüğüm en gerçekçi vitraylar diyebilirim. Fotoğrafa çok fazla yansımadı ama sanki 3 boyutlu gibiler. Sanırım bu çalışma Arcimboldo'nun sanat yolunu açmakta oldukça önemli...
Buradan sonra Centrale yakınlarındaki Kryolan mağazasından biraz alışveriş yapıyor (her şehirde mutlaka uğrarız!) sonra da Centrale tren istasyonunun ve Pirelli binasının bulunduğu Piazza Duca D'Aosta'nın köşesindeki Cafe Panzera'da kahve-tatlı keyfi yapıyoruz. Buradan Centrale'nin görkemli girişini, hareketli şehir trafiğini, insanları seyrediyor günün kalanını planlıyoruz. Cuma günleri Milano'da bazı müzeler öğleden sonra ücretsiz. Bunu değerlendiğmeye karar vererek daha önce hiç gitmediğimiz tarzda bir müzede karar kılıyoruz: Doğa Tarihi Müzesi... Metroya binip Palestro durağında iniyoruz. Giardini Publicci parkının girişindeki müzenin aslında diğer günlerde de giriş ücreti çok uygun; €3...
Hem orijinal iskeletler, fosiller hem de canlandırma ve maketler oldukça başarılı. Bu müzede çok keyifli zaman geçiriyoruz. Öğle yemeğinin ardından Corso Como'ya gidiyoruz. Burası daha çok gece hayatı ile bilinen civarında tasarım giysi ve mobilya dükkanlarını, sanat galerilerini barındıran cıvıl cıvıl bir sokak. Trafiğe kapalı olan sokağın iki yanında cafe ve butikler ortasında da bu cafelerin açık alanları yer alırken sokağın en ilgi çeken yeri tabii ki Corsı Como 10 adlı mağaza oluyor. İçinde cafe-restoran, 3 odalı bir butik otel ve sanat galerisini de barındıran bu sıradışı mağazanın dekorasyonu oldukça çarpıcı. Daha çok bildik moda markalarının limited editionlarını ve bu mağazaya özel koleksiyonlarını bulabileceğiniz mağazanın kitap bölümü oldukça başarılı. Moda ve tasarım adına ne ararsanız burada var. Ancak ben Corso Como 10'u biraz snob buldum ve tarz olarak sanki Milano'da değil de Londra ya da New york'da olmalıymış gibi geldi... Yalnız bu mağazanın birkaç sokak arkada bir de outleti var (Via Tazzoli, 3) ki, mutlaka gidilmeli. Giysiler pek iç açıcı değil, iyi birşeyler bulmak neredeyse imkansız ama outletin kitap bölümünde koca koca fotoğraf, tasarım, moda, dekorasyon vs. kitaplarını sadece €5'ya görünce eminim siz de bizim gibi kendinizi kaybedeceksiniz. Türkiye'de herbirini en az €100'ya bulabileceğimiz bu kitapların arasında kayboluyor, çok ağır oldukları için ancak en sevdiğimiz 3 taneyi alarak zar zor taşımaya başlıyoruz... Tekrar Corso Como'ya ulaştığımızda Aperitivo saati başlamış olduğundan en cıvıltılı kafeye oturup içeceklerimizi söylüyor yanındaki atıştırmalıkları afiyetle yiyoruz. Aslında bu bölgede kalsak gece için çok uygun olur ama kitaplar öyle ağır ki, otele bırakmazsak bütün gece bu masadan kımıldayamayız.
Hemen otele gidip yüklerimizden kurtuluyor üzerimizi değişip tekrar çıkıyoruz. Ama bu arada fikrimizi değiştirip Via Torino'dan aşağı Corso Ticinese ve sonrasında Navigli'ye doğru yürümeye başlıyoruz. Mağazalar kapalı ama etraf cıvıl cıvıl. Tüm gençlik bu bölgeye akmış. Cadde üzerindeki meşhur dondurma zinciri Grom'dan armutlu ve fındıklı nefis dondurmalar alıp yolumuza devam ediyoruz. Yol üstünde karşımıza çıkan S.Lorenzo Maggiore kilisesi ve S. Lorenzo sütunlarına hayran kalıyoruz.
Bu bölgenin ara sokakları da oldukça kalabalık. Herkesin elinde içkisi, mekanlara sığmamış sokaklara taşmışlar. Bu kargaşadan pek hoşlanmıyor Navigli'ye doğru yürümeye devam ediyoruz. Kargaşa burada daha da artıyor. Hem Naviglio Grande'de hem de Naviglio Pavese'de kanalın iki yanı tamamen cafeler, barlar, aşırı kalabalık ve gürültü ile işgal altında! Kalabalığın arasında gezip gündüz çekilmiş resimlerde görüp çok romantik bulduğum Navigli'nin bu haline şaşıp kalıyorum...Navigli bizim Milano moodumuza çok aykırı kalıyor, zaten vakit de geceyarısını geçiyor, aynı yoldan geri yürümeye başlıyoruz. Dönüşte yorulup doğru numaralı ama yanlış yönde tramvaya binmemizin cezasını hiç bilmediğimiz son durakta biraz tırsarak endişeli dakikalarla ödüyoruz. Tramvayı kullanan dostumuz hiç İngilizce bilmediği için bize İtalyanca birşeyler söylüyor, sadece İngilizce 12 diyor ve çaresizce iniyoruz. Evet oradan geçen 12 no.lu tramvay var ama burası çok ıssız, tramvay ne zaman gelir, hiç bilemiyoruz. İmdadımıza yetişen taksiye atlayıp heyecan fırtınasına son veriyoruz. Yurtdışında tramvaylarda, sokaklarda kaybolmak zevkli ama sadece gündüz vakti!.. Taksi bizi tam otelimizin önünde indirdiğinde rahat bir nefes alıp bu yoğun günü bitiriyoruz...