Maşukiye Gerçekleri...


Haftasonu Sapanca'daki spa programımız öncesi Maşukiye'deyiz. İlk gelişimiz... Gelmeden internetten birşeyler okuyup bilgi edindik. Akarsu kenarında şirin bir yer olduğunu, alabalık tesislerinin güzelliğini, dillere destan köy kahvaltılarını hep internetten öğrendik... Gerçekten sevimli bir yer; bana nedense Karadeniz'de Sümela Manastırı'nın oradaki tesisleri hatırlattı, en çok da gürül gürül akan suyuyla. En meşhur denilen Yazıcılar'ı seçtik kahvaltı için. Tek kullanımlık bir masa örtüsü yayıldı ve önce demlikle çay, ardından da sayamayacağım kadar çok çeşit geldi masaya. Toprak otantik kapların içinde çok hoş görünüyordu herşey. Ama acaba lezzetli ve sağlıklı mıydı? Ondan biraz şüpheliyim. Hiç kendimizi kandırmayalım arkadaşlar. (Daha önce Maşukiye'deki kahvaltıyı öve öve bitiremeyen bloggerlara sesleniyorum) Görüntü güzel ama bu kahvaltı sadece göze hitap ediyor, sadece ambiansı güzel. Bir kere köy kahvaltısı, yayla kahvaltısı olarak lanse edilen bu kahvaltıda sunulan ürünler belli ki yerel üretim ya da ev yapımı değil; sıradan bir marketten alınmış sıradan ürünler. Yanlış anlaşılmasın; çok keyif aldım, iyi ki gittim, çok da keyifle yedim, güzel vakit geçirdim ama kimseye yanıltıcı bilgi vermeyelim, kalite ve lezzet açısından beklentinizi düşük tutun, beklentinizin üzerinde çıkarsa bonus olsun, mutluluk versin! Patates tavadan ezmeye, çeşit çeşit peynirlere, reçellere varana kadar o kadar çok şey varki masada iki kişinin bunları bitirmesi imkansız. Biz de bitiremiyoruz zaten. Yazık, ziyan olacaklar diyorum ama bir yandan da acaba tabaklarda kalanları başkalarına mı servis edecekler diye düşünmeden edemiyorum.
Çok vasat görünen salamları parlak tüylü sevimli suratlı kediye ikram ediyoruz teker teker; afiyetle yiyor hepsini. İnşallah hayvana kötülük yapmamışızdır diyerek hesabı istiyoruz. Daha yüksek bir meblağ beklerken 30TL. geliyor hesap, şaşırıyoruz. Oldukça uygun değil mi?..
Küçük bir tur atıp birkaç fotograf çektikten sonra otelimizin yolunu tutuyoruz ama ertesi gün dönüşte Maşukiye'ye tekrar gelmeden de edemiyoruz. Bu kez kahvaltı değil yemek için ama... Daha önce gözümüze kestirdiğimiz Koru Restaurant & Şarapevi bu kez tercihimiz. İki ayrı bölümden ve su kenarında bir açık alandan oluşuyor bu tesis. Hava biraz kapalı ve yağmur çiseliyor. Bu nedenle küçük olan kapalı bölümü tercih edip kapısını açıyoruz. Daha kapıyı aralar aralamaz içeriden müthiş nostaljik bir hava esiyor. Birbirimize bakıp -doğru tercih- der gibilerinden gülümsüyoruz. Toplam beş küçük masalı, ahşap kaplamalı, tam gürül gürül akan suyun kenarında küçük bir kulübedeyiz. Tam ortada bir soba yanıyor, üzerinde de bir çaydanlık... Köşede bir şömine, bir köşede bir şarap seçkisi, derinlerden hafif arabesk- sanat müziği parçalar. Hani eski Türk filmlerinde sevgiliden ayrılıp berduş olanların gittiği iyi kalpli işletmecisi olan meyhaneler vardır ya onlara benziyor. Soba zaten yıllardır kullanmadığımız nostaljik bir obje artık. Zaman tünelinde 30-40 yıl geriye ışınlandık sanki. Birşeyler sipariş ediyor, eski filmlerde elleri yanarak et-balık yiyen mutlu çiftler gibi telaşla ve mutlulukla yiyoruz hepsini anın tadını çıkararak. Yiyecekler yine aman aman lezzetli değil, sıradan ama 'o an' öyle güzel ki, başka hiçbirşeyin anlamı yok... Yemeğin üzerine soba üzerinden servis edilen çay ne de lezzetli... Biraz daha kalabilmek için bardak bardak içiyoruz. Hiç dönmesek, hep burada kalsak...
Eğer siz de böyle bir zaman yolculuğuna, 'o an'a ihtiyaç duyarsanız İstanbul'a çok yakın bu saklı köşede şu masa sizi bekliyor olacak. Denemeye değer...